Yeni şafak gazetesi köşe yazarı Sayın Faruk Beşer’in 14.10.2012 Pazar günü kaleme aldığı,  “Kâbe, Beytü’l Mamur ve Zemzem Tower ya da modernliğe boğdurulmak istenen asalet” isimli köşe yazısında Yeryüzünün Kıblesi olan Kâbe’den bahsetmiş, dünyanın her bir yanında, güneşin hareketleri ile zaman değişikliği gösteren namaz kılınmalarını anlatmış ve uzaydan bakılma şansı olsa dünya ölçeğinde bir tavafın yapılmakta olduğunun fark edileceğini yazmıştır.

Böyle bir bakış açısının farkındalığına varıp, bunu köşesinde paylaşmasını çok saygıdeğer, dikkate şayan bir titizlik olarak nitelendiriyorum. Bu açıdan bakmayı görebilmek, eminim okurların zihninde, Müslümanlığın ve Allah’ın büyüklüğünü, sınırsız gücünü açıkça gözler önüne seriyor. Kamuoyunda yarattığını düşündüğüm bu farkındalıktan dolayı yazara teşekkür etmek isterim.

                Böyle bir durumda Kâbe’nin de önemi, konumu, biçimsel duruşu insan zihninde kat be kat değerleniyor ve zaten tartışılmaz maneviyatı da, büyüdükçe büyüyor.

                Aynı şekilde “Zemzem tower”ın zevksizliğinden, maneviyatsızlığından ve bilinçsizliğinden bahsetmiş, Başta bu yapı olmak üzere Kâbe’nin etrafında konumlanan diğer yapıların da Kâbe’ye ve insanlara verdiği manevi zararlarından bahsetmiştir. Mesleğimin öğretileri ve tecrübeleri ile bu konudaki tespitini doğru ve saygıdeğer buluyorum. Öyle ki hemen hemen her mesleki tartışmada, makalede, bahsettiği konunun gündeme gelmesi içten bile olmuyor. Bu tür üsluptaki yaklaşımların kınanması, eleştirilmesi mimarlık ve kentsel planlama toplantılarında, derslerinde, konferanslarında sıkça rastlanıyor ve büyük çoğunlukla ortak kabul görüyor.

                Fakat bu konuyu “modernliğin geleneğe tahakküm hırsı” olarak tanımladığımızda, tüm sorumluluğu modernizm’e yüklediğimizde, çok yönlü bakış açımızı kaçırdığımız, dolayısıyla, sorunsalın yanlış anlaşılmalara mahal verdiği düşüncesindeyim. Siyasi, tarihi, politik, coğrafi veya herhangi bir dalda modernizm’in savunucusu olma yetkinliğini kendimde bulmadığımdan bu konuyu işin ehli kişilere bırakmak taraftarıyım. Fakat modern mimari veya modern kentsel planlama fikirlerinin tamamının, yazarın hayıflandığı konu ile aynı kaygıları taşıdığını ve paralellik gösterdiğini kesinlikle söyleyebilirim. Yazarın da tariflediği gibi insana ruhen ve bedenen mağlup hissini yaşatan yapılaşmayı, modernitenin getirdiği bir olumsuzluk olarak değil de, maddi getirim, politik, ekonomik tercihler ve siyasi görüşlere göre şekillenen ürkütücü bir oluşumun parçası olarak görmenin daha doğru olacağı düşüncesindeyim. Teknolojinin de bu olgulara sırf para karşılığında sınırsız, sorgusuz, sualsiz, duygusuz bir şekilde, maneviyatı hiçe sayarak yaptığı hizmetini ise “insanoğlunun kendi yarattığı gücün kontrolünü kaybedip, onun altında ezilmesi “olarak yorumluyorum.

                Modern mimarinin en önemli çabalarından biri de, yapının işlevinin yanında, maneviyatını ve duygusunu en yalın haliyle hissettirmektir. Bu bağlamda Kâbe’nin biçimsel duruşu, maneviyatı eksiksiz ve mükemmel bir şekilde hissettirmesi, modern mimariye ilham veren ve yol gösteren en önemli geleneksel yapılardan biri olduğunu rahatlıkla kanıtlar.

                Bu noktada Modern Mimari’yi geleneksel mimariden ayırmak, ayrı tutmak, birbirinin zıttı olarak nitelendirmek doğru olmayabilir. Mimari açıdan bakıldığında modern mimari, geleneksel mimariden doğmuş, yüzyıllarca binaların nasıl daha ekonomik, nasıl daha sağlam, nasıl daha işlevsel, nasıl daha estetik olabileceği konularında yorumlar getirmeye çalışmıştır. Maneviyatın somuttaki temsilini ve gelenekseli koruma amacı ve araştırması kaygısını gütmüştür. Dolayısıyla modern ve gelenekseli siyah ve beyaz olarak kutuplaştırmak yerine beraber düşünmenin daha olumlu sonuçlar doğuracağı, gelecek nesiller için ise daha anlaşılabilir bir tarih bırakacağı kanaatindeyim.

Ankara Çukurambar mevkiinde Muhsin Yazıcıoğlu caddesindeki Firdevs Camii içinde aynı gözlem geçerlidir. Camii, uzun minarelerinden bile daha yüksek konut binaları arasında hiçe sayılmış, bütün maneviyatını kaybetmiştir. İnsan ölçeğinden tamamen uzak yüksek konut binaların balkonlarına çıkıldığında camiye minarelerinin bile üstünden, tepesinden bakan sakinlerin maneviyatı hissedememesi, İbadethaneyi sıradanlaştırıyor olması üzücüdür. Bu modern mimarinin en büyük kaygılarından bir olmakla beraber, Bölgede elde edilecek ranta karşı koyamayışının göstergesidir.

 Belki de az sayıda başarılı örnekleri bulunan modern cami tasarımı teşebbüsleri, maneviyatı korumak için devasalıktan özellikle kaçınmış, yeşiller içinde, insan ölçeğinde çözümler üretmeyi denemiş, yüksekliklere tepki olarak özellikle yalınlaşmaya çalışmaktadır. Belki de Kâbe’nin rehberliğinde “yalınlıkları ile maneviyatlarını güçlendirmektedirler”. Kâbe’nin biçimsel sadeliğine rağmen sahip olduğu manevi gücüne özenmektedirler.

Aynı noktadan bakarak, Devasa ölçeklerle tasarlanan, sadece büyük mimar Sinan’ın taklidi olmaktan öte gitmeyecek ve asla bir Süleymaniye, bir Selimiye olamayacak bir caminin, onca yeşil tahribatıyla yapılaşması ne kadar doğrudur? Kâbe, insan ölçeğindeki boyutlarına ve etrafına yapılaşan kirliliklere rağmen yazarın da tabiri ile inci gibi parlamayı başarabiliyorsa, maneviyatını göstermesine hiçbir kuvvet etki edemiyorsa demek ki, Esas kaygısı büyük, süslü ve taklit olmaktan çok, maneviyatı hissettirmektir diye düşünüyorum. Çamlıca tepesinde konumlanması düşünülen cami, büyük olduğu kadar çirkin olacak, süslü olduğu kadar maneviyattan uzak kalacak ve orda kaldığı müddetçe Süleymaniye’nin, Selimiye’nin gölgesine bile ulaşamayacak bir yüzkarası olacaktır.

Not: “Zemzem tower” ın modernist yaklaşımla tasarlanmış bir bina olmayıp, daha çok post-modern özellikler taşıdığını belirtmek isterim. Yazı modern ve geleneksel olarak iki eşit paydada değerlendirildiğinden bu ayrım önemsenmemiştir.

 

2